Editör: Mertcan Yılmaz
Roma toplumlarında, insanlar daha refah içinde yaşamalarıyla felsefe, sanat ve bilim gibi alanlara yönelmişlerdi. Ta ki MS 375 yılında Kavimler göçü başlayana kadar, artık Avrupa’ da dengeler değişmeye başlamıştı. Çoğu tarihçi bu olayı Orta Çağ’ın başlangıcı olarak kabul eder. Yine bundan yaklaşık 100 yıl sonra Batı Roma İmparatorluğu’nun çökmeye başlaması bilimin de çöküşü sayılabilir. Hem göçler hem de imparatorlukların çöküşü ile fakirleşmeye başlayan halk için bilim, felsefe ve sanat yapmak çok lükstü. Erken Orta Çağ Dönemi’nde bu çöküş, batıl inançların artmasına olanak sağlamıştır.
Yine aynı dönemlerde tek tanrılı dinler Hristiyanlık ve İslam’ın farklı kıtalarda, farklı milletlerde yaygın ve güçlü hale gelmesiyle toplumun her alanına sirayet etmiştir. Bu psikoloji ve tıp tarihini de oldukça etkiledi. Zihin hastalıklarına bakış açısı, özellikle depresyon ve anksiyete, günah çıkarma ritüelleri ve şeytanın bedeni ele geçirmesi ile ilişkilendirildi.
Orta Çağ Avrupa’sında Akıl Hastalıkları ve Tedavi Yöntemleri
Birden fazla nedene bağlı olarak Avrupa, artık antik Yunan ve Roma'nın bilgilerine veda etmiş ve bu bilgi birikimini kiliselere terk etmiştir. O dönemde kiliseler ve din adamları toplumun her kesiminde baskın bir rol üstlenmiştir. Müslüman hekimlerden farklı olarak, rahipler akıl hastaları ile daha fazla ilgilenmişlerdir. Rahipler, ruhsal hastalıkları din perspektifi ile anlamaya ve tedavi etmeye çalışmışlardır. Buna ek olarak, bazı rahiplerin antik tıp bilgilerini de kullandığı belirtilmektedir. Bazı manastır ve kiliselerde tıbbi tesisler kurulmuş, ayrıca Theodosius tarafından 6. yüzyılda Kudüs yakınlarında inşa edilen hastanede akıl hastaları için özel bir bölümün bulunduğu düşünülmektedir.
Kilise, akıl hastalıklarının nedenlerini açıklamak için çoğunlukla dine güvenmiştir. Hastalara, Tanrının gazabına uğramış insanlar ya da içlerine şeytan girmiş insanlar olarak bakıyorlardı. Rahipler tarafından bu insanlara şeytan çıkarma ritüelleri uygulanıyordu. Bu ritüellerde içine şeytan kaçtığını düşündükleri insanlara dualar okuyorlar ve içecek içiriyorlardı. Büyü ve muska yaparak yine kötü ruhlardan insanları korumayı amaçlıyorlardı. Daha aşırı akıl hastalığına sahip insanlar için trepanasyon adı verilen işlem uygulandığı söylenir. Bu işlem sırasında kişinin kafatasına çeşitli sert cisimler ile delik açılırdı. Kulağa korkunç gelen bu işlemin yapılma amacı, hastaların içine giren kötü ruhların kafatasından çıkmalarını düşünmeleriydi. Ancak çoğu hasta bu işlem sırasında ya da sonrasında kafasına aldığı darbe yüzünden hayatını kaybediyordu.
Erken Orta Çağ Dönemi’nde kiliselerin yaklaşımı böyle olsa da daha alt tabaka insanların, halkın nasıl yaklaştığı, nasıl tedavi ettiklerine dair günümüze fazla bilgi ulaşamamıştır. Akıl hastalarının evde tutulduğu, çevresi tarafından bakıldığı veya otlar ile iyileştirmeye çalışıldığı tahmin edilmektedir. Bazı kaynaklara göre azizlerin türbelerine götürüp, şifa dilediği de söylenmektedir. Bunlardan Azize Dymphna’nın türbesi, halk arasında oldukça meşhurdur.
Halkın yanı sıra asiller ve kraliyet üyelerin de delirdiği belgelerde geçerdi. Bunlardan en meşhuru Fransa Kralı VI. Charles’dır. “Charles the Mad” olarak anılan VI. Charles, hükümdarlığı sırasında şiddetli nöbetler geçirmiştir. Fransa’nın kaderini değiştirecek bu nöbetler, 1392 yılında bir sefer sırasında çıkmıştır. Paris'ten batıda Bretonya'ya ordusuyla birlikte giderken birden ordusuna saldırmaya başlamıştır. VI. Charles’ın kardeşi I. Louis, saldırıdan kurtulsa da dört şövalyeyi öldürmüştür. Bu öfke nöbetleri daha sonra artarak devam edecektir. Doktorlar, bildikleri tüm tedavi yöntemlerini deneselerde VI. Charles’ı tam iyileştiremediler. Saray, bu sefer büyücüler, simyacıları ve kiliseden yardım istedi. Ancak kimse VI. Charles için çare bulamadı. Kralın bu hali, Fransa’yı büyük bir siyasi krizin içine sürükledi. 1422 yılında hayatını kaybeden VI. Charles, son yıllarını tamamen içine kapanık şekilde ve halüsinasyonlar görerek geçirdi.
İslam Dünyasında Delilik ve Tedavi Yöntemleri
İslam dünyası, Avrupa’nın aksine antik Yunan ve Roma tıbbına güveniyordu. İslam’ın altın çağı olarak bilinen bu dönemde, Müslümanlar farklı medeniyetler ile temas kurdular. Hindistan, İran ve Yunanistan’da bulunan düşünce okullarından etkilenen Müslümanlar, burada bulunan kitapların çevirilerini yaptılar. Hipokrat ve Galen gibi meşhur hekimlerin kitaplarını çevirerek tıpta gelişiyorlardı. Müslüman hekimlerin, özellikle İbn Sina (930-1037) ve Ebu Bekir Muhammed bin Zekeriyyah er-Razi'nin (865-925) çalışmalarının çoğu, yalnızca çeşitli hastalıkları tanımlamada değil, aynı zamanda ruh sağlığı hakkındaki görüşlerin tartışılması ve yeniden formüle edilmesinde de etkili olmuştur.
İbni Sina "El-Kanun fi’t-Tıbb daha sonra yüzyıllar boyunca Avrupa’da tıp okullarında okutulacak döneminin en önemli eseriydi. Bu kitabında ruhsal hastalıkları tanımlamıştır. Örneğin, antik dönemden kalan dört humoral teoriyi de kullanarak melankoli (depresyon) halinin kara safra ile bağlantılı bir hastalık olduğunu yazmıştır (Bu teori hakkında daha fazla bilgi için şu yazımıza bkz: Antik Çağda Psikoloji: Ruh Sağlığı, Delilik ve Tedavi Yöntemleri). Yine İbni Sina kitabında bu hastalıkların tedavilerine de yer vermiştir. Ruhsal hastalıklara sahip insanların, sağlıklı beslenme ve doğal ilaçlarla tedavi edilebileceğini yazmıştır.
Gazali'ye (1058-1111) göre, manevi doğa ya da ruh; kalp, ruh, akıl ve nefisten oluşur. Gazali, manevi kimliğin korunması ve dolayısıyla Tanrı ile olan bağın sürdürülmesi için bu unsurlar arasındaki bağlantının ve dengenin gerekli olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, bu dengeyi sağlamakta bir sapma yaşanması deliliğe yol açabilir.
İslam Dünyasında Hastaneler (Bimaristanlar)
İslam dünyasında hastanelere, bimaristan adı veriliyordu. Devlet, çeşitli vakıflar ve bağışlar ile finanse edilirdi. Arapça Galenci eserlerin yaygınlaşması ve Müslüman hekimlerin sayısının artmasıyla, tıp eğitimi için tesisler kuruldu ve sıklıkla hastanelere bağlandı. Bağdat, Kahire ve Şam gibi büyük şehirlerde bu hastanelerden kuruldu. Bu hastanelerde çeşitli hastalara şifa vermek amaçlanırdı, ayrıca tedavi edilen hastaların kayıtları tutularak, eğitim amaçlı kullanılıyordu. Akıl hastalığından mustarip kişiler, özel bir bölümde tedavi ediliyordu. Doktor denetimi altında bulunan hastalar, ancak doktor iyileştiğine karar verirse tekrar dışarı gönderiliyordu. Burada çoğunlukla antik dönemlerden kalma su terapisi, müzik dinletisi, sanatsal faaliyetlere teşvik, ilaçlar, otlar ile hastalar tedavi etmek amaçlanıyordu.
Orta çağ Avrupa’sından farklı olarak, büyü ve muska gibi tedavi yöntemleri kullanmıyorlardı. Nedeni, İslam’da büyü ve muskanın tamamen yasaklanmasıydı. Bu da hekimleri daha bilimsel tedavi yöntemlerine itmiştir ancak halk arasında bunun devam ettiği düşünülmektedir. İslam’ın sınırlarında ve eski hekimlerin kitaplarının ışığında yeni tedavi yöntemleri geliştirmeye itmiştir.
Sonuç: Orta Çağ’da Bilimsel Düşünce ile Batıl İnanç Arasındaki Fark
Orta Çağ'da akıl hastalıklarına olan yaklaşım, toplumların dini ve kültürel yapılarından büyük ölçüde etkilenmiştir. Avrupa'da kilisenin etkisinin hâkim olduğu dönemlerde, akıl hastalıkları genellikle şeytani bir durum olarak görülmüştür. Öte yandan, İslam dünyasında tıp bilimi daha sistematik bir biçimde gelişmiş ve akıl hastalıklarına yönelik bilimsel temelli yaklaşımlar benimsenmiştir. Bu durum, tarihsel süreçte tıp ve psikoloji alanındaki gelişmenin, bilimsel düşünceye açık olma ile doğrudan bağlantılı olduğunu göstermektedir. Dini inançlar, toplumların zihinsel hastalıklara dair algılarını büyük ölçüde şekillendirmiştir ancak bilimin ve rasyonel düşüncenin öne çıktığı toplumlardaysa daha etkili tedavi yöntemleri geliştirilmiştir.
Henüz yorum yok. İlk yorumu yapmak ister misin?