Editör: Burcu Türkmen
19. yüzyılda psikoloji, çok daha yeni bir bilim alanıydı. Bilim insanları, insan doğasını anlamak için sürekli deneysel modeller geliştiriyordu, uygun denekler arıyorlardı. Daha yeni olan bu bilim dalına karşı güvensizlik vardı, insanlar bu yüzden denek olmaya kolay kolay yanaşmıyorlardı. Denek bulmakta zorluk yaşayan bilim insanları, çoğunlukla toplumun savunmasız üyelerini kullanarak uzun yıllar deneylerini sürdürdü. Bu toplumun savunmasız kesimleri; mahkumlar, çocuklar, kadınlar, etnik azınlıklar ve akıl hastalarından oluşuyordu. Bazılarının rızaları alınmadan deneylere tabi tutuluyor ya da “gönüllülük” adı altında ihtiyaçları (para, yemek, kalacak bir yer vb.) karşılanacağı vaadiyle katılımları sağlanıyordu. Bazı deneyler bilime katkıda bulunsa da kullanılan yöntemlerin etik açıdan sorgulanması hâlâ gündemdedir.
Bu yazı, psikiyatri etik kuralların oluşumunu tarihsel olarak ele alıyor. Akıl hastanelerinin duvarları arasında yükselen sessiz çığlıklar, bilimin gölgesinde kaybolan hayatlar ve tarihe damgasını vuran keşifler arasındaki ince çizgiyi birlikte keşfedeceğiz.
Nazi Kamplarında Yapılan Deneyler
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi kamplarında tutulan bireyler, Alman doktorlar tarafından pek çok korkunç deneye maruz kaldı. Bu deneylerde yaş, cinsiyet veya ırk ayrımı yapılmaksızın insanlar yalnızca "denek" olarak değerlendirildi. Deneyler son derece acı verici olup genellikle ölümle sonuçlanıyordu.
Nazi deneyleri, ırk araştırmaları, savaş yaralanmalarıyla ilgili testler ve ilaç denemeleri gibi başlıklar altında sınıflandırılabilir. Irk araştırmalarında, "aşağı ırk" olarak görülen topluluklar ölümcül deneylere tabi tutulmuştur. Örneğin, farklı ırkların bulaşıcı hastalıklara karşı tepkilerini incelemek amacıyla insanlara ölümcül hastalıklar bulaştırılmıştır.
Savaş yaralanmaları üzerine yapılan deneyler, sahadaki askerlerin tedavi yöntemlerini geliştirmek ve Alman pilotların denize düştüklerinde hayatta kalma olasılıklarını artırmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Örneğin, bazı denekler buz dolu küvetlerde baygın bir şekilde, bazıları ise bağlanarak bekletilmiştir. Askerlerin deniz suyu içerek hayatta kalabilmesi için deneklere yalnızca tuzlu su enjekte edilmiştir.
İlaç deneylerinde, farklı ilaçlar farklı amaçlar ile denenmiştir. Bunların en meşhuru, LSD (Liserjik asit dietilamid) yıllar sonra CIA deneylerinde kullanılacaktı.
İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinin ardından, 22 Alman doktor ve 2 SS üyesi yargı önüne çıkarıldı. Doktorlar davası, Amerika'nın işgal bölgesinde, 1946-1947 yılları arasında Nürnberg Adalet Sarayı'nda gerçekleştirildi. Sanıklara, insanlık suçu ve savaş suçu gibi çeşitli iddialarla dava açıldı. Yedi sanık idama, beşi ömür boyu hapse, dördü ise 10-20 yıl arasında hapis cezasına çarptırıldı; yedi sanık ise beraat etti.
MK- ULTRA Zihin Kontrolü Deneyleri
MK-Ultra projesi, (MK- ULTRA/ Mind Control Experiments) CIA tarafından 1953’ten 1973 yılına kadar süren insan deneyi projesiydi. Bu proje, sorgulama sırasında bilgi edinmek ve programlanmış suikastçılar oluşturmak amacıyla insanların sınırlarını zorlayarak manipüle edilmesini ve beyin işlevlerini değiştirmeyi hedefliyordu. İnsan denekleri üzerinde, LSD, barbirüt benzeri kimyasallar, duyusal yoksunluk, izolasyon, sözlü ve cinsel taciz gibi etik dışı ve rızaya dayanmayan deneyler gerçekleştirilmiştir. Denekler; zihinsel engelli çocuklar, Amerikan askerleri, CIA ajanları, mahkumların olduğu geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. Özellikle mahkumlar, ceza indirimi vaadiyle deneye katılmaya istekli oldukları için iyi bir seçenekti.
Uzun yıllar boyunca gizlice gerçekleştirilen bu deneyler, Aralık 1974’ te TIME dergisinin iddialarıyla gün yüzüne çıktı. İddialarına göre CIA, 1960’lı yıllardan itibaren halk üzerinde etik dışı bir şekilde LSD benzeri uyuşturucularla deneyler yapıyordu. Kilise Komitesi ve Rockefeller Komisyonu, bu iddiayı araştırılmaya koyuldu; ancak karşılarında çok büyük bir engel bulunuyordu.
İddia edilen belgelerin çoğu 1973 Watergate Skandalı’ndan sonra o dönemin CIA müdürü Richard Helms'in talimatıyla imha edilmişti. Belgelerin çoğunluğunun yok edilmesine rağmen sınırlı kanıtlarla 1975 yılında, araştırma sonuçları ilk kez halk ile paylaşıldı. Ayrıca denek Frank Olson'un LSD verildikten sonra hayatını kaybettiği de belgelendi. 1977’de deneyler tamamen sona erdirildi. MK-Ultra projesi, yasadışı ve etik dışı hükümet deneylerinin simgesi haline geldi.
Milgram Deneyleri
Nazi deneylerinin dehşet verici etkilerinin hâlâ hissedildiği dönemde, Yale Üniversitesi'nden Stanley Milgram, insanların otorite emirlerine nasıl tepki verdiğini ve bu emirler ne kadar korkunç olursa olsun, uyup uymayacaklarını anlamak amacıyla bir deney tasarladı. 1961 yılında Amerikalı katılımcılarla deneye başladı; Milgram, Almanların aksine Amerikalıların otoriteye daha az itaat edeceğini düşünüyordu. Ancak sonuçlar, beklediği gibi çıkmadı.
Çalışmaya 20-50 yaş aralığında 40 erkek katılımcı dahil oldu, her birine yalnızca 4,50 dolar ödedi. Katılımcılara, hafıza ve öğrenme üzerine bir araştırmaya gönüllü olarak katıldıkları söylendi. Onlar, görünüşte başka bir denek üzerinde öğrenmeyi ölçmek amacıyla her yanlış cevapta elektrik şoku vermeleri istenen "öğretmenlerdi". Şoklar gerçekte sahteydi, ancak katılımcılar bunu bilmiyordu. %65'lik bir oran, başkası acı çekiyor olsa bile otoritenin talimatıyla en yüksek voltajı vermeye devam etti.
Bu deney, bilim dünyasında önemli tartışmalara yol açtı. İlk olarak, Milgram'ın katılımcılara deneyin amaçlarını yanlış aktarması, deneyin yalnızca erkek katılımcılardan oluşması ve kadınların dışlanması, deney süreci ve sonuçlarıyla ilgili tartışmaların uzun yıllar devam etmesine neden olmuştur.
Stanford Hapishane Deneyi
Philip Zimbardo'nun liderliğinde 1971 yılında Stanford Üniversitesi'nde gerçekleştirilen bu simüle edilmiş hapishane deneyinin amacı, rol yapma, etiketleme ve sosyal beklentilerin iki haftalık bir süre zarfında davranış üzerindeki etkilerini incelemekti. Yirmi dört üniversite öğrencisi, mahkumlar ve gardiyanlar olarak iki gruba ayrıldı. Katılımcılara, deneyin her günü için 15 dolar ödeneceği bildirildi. Tüm katılımcılar, deneyin yürütücüleri tarafından gözlemlendi ve kaydedildi. Mahkumlara tek tip kıyafetler verildi ve ayaklarına zincirler takıldı. Gardiyanlara göz temasını engellemek amacıyla gözlük verildi. Gardiyanlara, kesinlikle fiziksel şiddet uygulamamaları talimatı verildi.
Deney hızla kontrolden çıktı; bazı gardiyanlar mahkumları taciz etmeye başladı, bazı mahkumlar ise kendilerine verilen rolleri ciddiye alarak, kurallara uymayan diğer mahkumları şikâyet ettiler. İkinci gün, mahkumlar isyan çıkardı. Gardiyanlar, isyana hazırlıksız yakalanmalarına rağmen, otoritelerine yönelik bu tehdide karşı hızla birleşerek isyanı bastırdılar. İkinci günden sonra bazı mahkumlar depresyon belirtileri gözlenmeye başladı, bazı gardiyanlar ise şiddetlerini artırdı. Dördüncü günün sonunda bazı mahkumlar çıkarılmak zorunda kaldı. Altıncı günün sonunda artan şiddet nedeniyle deneye son verildi.
1973 yılında Amerikan Psikoloji Derneği (APA), bir çalışmanın etik boyutlarını inceledi ve o dönemde mesleğin mevcut etik standartlarına uygun olduğu sonucuna vardı. Stanford hapishane deneyi, yalnızca psikoloji alanında değil, aynı zamanda sinema dünyasında da birçok filme ilham kaynağı olmuştur.
Geç Gelen Yaşama Hakkı: Nürnberg Kodu ve Helsinki Bildirgesi
1947'de Nürnberg Askerî Mahkemesi'nde yargılamalar sona erdiğinde, ilk kapsamlı etik kurallar oluşturuldu. Nürnberg Kodu, araştırmaların deneklerin rızası olmadan gerçekleştirilemeyeceğini, bilimsel olarak iyi tasarlanmış ve toplumsal açıdan değerli olması gerektiğini, ayrıca araştırmaların zarar ve acıyı en aza indirmesi gerektiğini ve önemli bir ölüm veya kalıcı yaralanma riski taşımaması gerektiğini belirtir.
İlk kapsamlı uluslararası geçerliliğe sahip olan bildirge 1964 yılında Dünya Tabipler Birliği tarafından ilan edilen Helsinki Bildirgesi ile geldi. Günümüzde hala geçerliliğini koruyan bu bildirge yedi defa yenilenmiştir.
Bu tarihsel süreç, etik kuralların sadece yazılı olmasının yeterli olmadığını, aynı zamanda sürekli denetim ve yaptırım mekanizmalarıyla desteklenmesi gerektiğini acı deneyimlerle hatırlatıyor.
Bilim İçin mi Sınırlar Aşılır, Yoksa İnsanlar Sınırı Aşmak Amacıyla mı Bilimi Kullanır?
Bugün, Nuremberg Kodu'ndan Helsinki Bildirgesi'ne, yerel etik kurullardan uluslararası sözleşmelere kadar uzanan bir denetim ağı mevcuttur. Geçmişin aksine modern etik ilkeleri, mümkün olduğunca canlı denek kullanımından kaçınmayı, riskleri en aza indirmeyi ve her deneyde "gerçek gönüllülük" ilkesini zorunlu kılar. Ancak "bilimin sınırı nerede başlar?" sorusu her zaman geçerliliğini korumaktadır.
Bu karanlık deneyler, gücün denetimsiz kaldığında insanın kendini "tanrı" yerine koyma riskini hatırlatıyor.Bir deney "bilim ve insanlık adına" gerçekleştirildiğinde, deneklerin rızasının göz ardı edilmesi, elde edilen bilgiyi sorgulanabilir hale getirir. Tarihteki karanlık uygulamaların sıkça savunması "sadece bilim için" olduğu yönünde olsa da hiçbir bilimsel amaç insan hayatını feda etmeyi meşrulaştıramaz. Bu nedenle, bilim adına attığımız her adımda insan onurunu ve temel hakları öncelikli kılmaya söz vermeliyiz. Böylece gerçek ilerleme, yalnızca bilgiyle değil, aynı zamanda vicdanlı da olacaktır.
Nürnberg Kodu
(https://research.unc.edu/human-research-ethics/resources/ccm3_019064/)
Helsinki Bildirgesi
(https://www.ttb.org.tr/images/stories/file/2013/helsinki.pdf)
Henüz yorum yok. İlk yorumu yapmak ister misin?