Sosyal Uyum ve Dedikodu

Sosyal Uyum ve Dedikodu

Editör: Mertcan Yılmaz

Avukat suç işlemez, polis hırsızlık yapmaz gibi toplumsal algıların yanında sanat, bu tarz olmaması gereken durumlara dikkat çekmek için vardır. Edebi sanat yapmanın zorluğu, alay ederken dikkat çekip sorgulamaktadır. 

Büyük sorunların dedikodu yoluyla ortaya çıkması, insanlarda psikolojik bozukluk oluşturması, birilerinin arkasından konuşurken yalan söyleyip iftira atmanın etiksiz ve iğrençliğini en iyi bilenleri psikologlar olmalıydı. Nitekim bir kitap okumamış olsalar dahi, derslerinde üstünde durulan çoğu konu, sosyal algının oluşturduğu psikolojik bozukluklar ve toplumsal olaylardan oluşmaktadır. İdam cezası kalkmış gözükse de günümüzde sosyal baskı yüzünden intihar edenler, idam ettirilmiş gibidir.

Dedikoduya göre hareket ettiğimizi biliyor muydunuz? İnsanlık, var olduğu günden beri dedikodunun da var olması şaşırtıcı değil fakat dedikoduya karşı yazılan tüm içeriklerle, gücünü koruduğunu göreceğiz. Son zamanlarda toplumsal dedikoduların bilimsel boyutunu incelemek üzere yapılan araştırmalarda; dedikodunun insanlığın içindeki söndürülemez etkisini, hatta bu etkinin “din” ile yarışacak boyutta olduğunu göreceğiz. 

Günümüzde dedikodu “içi boş, kötü konuşma” olarak görülse dahi “ne denirse, kabul edilmeli” algısına ulaşmış boyuttadır. Din ile aynı inanış biçimine giren bu terim TDK’ye göre “Başkalarını çekiştirmek ve kınamak üzere yapılan konuşma, gıybet” olarak geçmektedir. Gıybet ise “Başkasının kötü özelliklerini abartarak anlatmak” olarak literatürde tanımlansa da yapılan çalışmaların çoğunda terim olarak yukarıdakiler benzeri tanımlara girmemektedir. 

Herhangi biri, başka biri hakkında konuşabilir, bulunulan ortamda “farklı” olunması, dedikoduları da beraber getirir düşüncesine sahip bir toplum olduğumuzu söylemek mümkün. iyi-kötü olmasından ziyade “hiç tanımadığım insanların beni konuşması” iyi hissettirebilir fakat George Orwell, “kişi kendi yanılmazlığına inancıyla beraber hareket eder” cümlesindeki anlamlar aynı, dedikodu kötü olmasının yanında hala yapan kişilerin kalmaması gerekir idi, kötü olarak değil imrenmek olarak yapıldığı düşüncesine eğilimli bir toplumuz. Ünlü bir yazarın, iyi bir müzisyenin dedikodusu yapılır, imrenilir ve evet hakkımda konuşmalar, imrenmeler olarak algılayıp içerikle çok ilgilenmemiştim. Ta ki imrenme sandığımız konuşmaların içeriğinin iftira, kötü söz veya zorbalık olarak hangi kategoriye konulması gerektiğine emin olmamakla beraber imrenme olmadığını öğrenmekle dedikodunun TDK kapsamına uygun şekilde gerçekleştiğini görmekteyiz. 

Birçok iletişim türü içerisinde olmasının hatalı olduğu kanaatindeyim. Her ne kadar geçmişten günümüze kadar kullanılmış bir iletişim aracı olması, gerekli olduğunu göstermez. Yöneticilerin kurumsal olarak takındıkları bu tavrın aslında olmaması gerekirdi.

Başlıca konuşma türlerinden olan “dedikodu”, iletişim araçları içerisinde “samimi iletişim” olarak adlandırıldı; günümüzde “sosyal medya iletişim dili” olan dedikodunun diğer tarafındaki kişiyse Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanında “Munise’nin süsü günlerce Zeyniler köyüne dedikodu sermayesi olmuş” diyerek değinilir. Feride, Munise’yi evlatlık olarak alır. Ardından Munise’nin eteğinden yemeğine kadar dedikodusu yapılır. Zeyniler Köyü, özellikle de kadınları Munise’ye karşı belirli bir duruş sergileyerek onunla alay eder, arkasından konuşup dışlarlar. Dedikodu basit bir eylem olarak algılanabilir fakat dedikodunun iğrençlik ve  kötülük kısmı dedikodusu yapılan kişiyi etkiler. Doğru olup olmamasından ziyade konu olmak bile diğer insanların da konu yapmasına neden olur. Basit söylemlerin yanı sıra içinde siyasi görüş barındıran, hiç tanınmayan kişilerden gelen saldırı ya da zorbalık türüdür.

Günümüzde dedikoduya olan bakış açılarının değişmesiyle beraber bu kavram, “samimi” kategorisinden çıkarılıp “sosyal medya iletişim” başlığı üzerine konumlandırılmıştır. TDK’ye göre “Başkalarını çekiştirmek ve kınamak üzere yapılan konuşma, gıybet” olarak geçmektedir.

Başak Solmaz, araştırma yazısında söylentilerin yayılmasını, söylentinin inanılır bulunmasına bağlamıştır. A. Chorus’un “Söylentinin Genel Yasası” makalesinde yazdığı Söylenti = Ehemmiyet X Belirsizlik X Eleştirel Ehliyet formülüyle desteklemiştir. Teori kapsamında geçen “eleştirel ehliyet” katsayısının yüksek olması, dedikoduların hızla yayıldığını göstermektedir. Dolayısıyla dedikodu yapanların eleştirel ehliyetlerinin düşük olduğunu da göstermektedir. Bahsi geçen kişilerin psikoloji lisanslarını tamamlama süreçlerinde olduğunu göz önüne alırsak; duygusal zekalarının söylemek yanlış olmayacaktır. Goleman’ın belirttiği üzere duygusal zeka; öz bilinç, duygu yönetimi, motivasyon, empati ve sosyal becerilerden oluşmasıyla tanımlanır. Psikolog olacak insanların bu durumlarını görmek her ne kadar üzücü olsa dahi, kişinin psikoloji okumasının psikolog olacağı anlamına gelmediğini belirtmekte fayda olacaktır. Nitekim duygusal zeka gelişebilmesiyle bilinmektedir, Alınan psikoloji eğitimlerinin geliştirmiş olması beklenir bir durumdu. 

Araştırmalar dedikodunun sağlamlığını, toplumsal baskı ve direkt kabul edilebilir göstermesinden dolayı sorgulanmadan büyüyen topluluk olduğunu göstermektedir. Psikoloji literatüründe “Sosyal Uyum” kavramıyla aynı sonuca giden çalışmalara ek olarak; tüm bu kavramların bilinmesine rağmen devam edilmesi araştırma konusu olabilir. Bu noktada psikologların sadece lisans eğitimi almasıyla gelinmeyeceğine dair bir olgu oluşmuş olabilir. 

Meslek yasası getirilmese dahi etik kapsamına uyan birçok psikolog olduğunu biliyoruz ve meslek yasası olmaması, mesleğe aykırı davranışlarda bulunma hakkı tanımaz. Etik tutum içerisinde durulması gerekmektedir. Nitekim kişinin yapamadığı durumu kabul etmesi, erdemli bir duruş olacaktır; duygusal zekanın gelişme sürecine dair yatırım yapılması başka bir seçenek olarak sunulabilir.

Yapılan birçok çalışma saldırganlık, sosyal dışlanma ve sosyal yabancılaşmanın birbirlerini etkilediğini göstermektedir. Kişiyi dışladıktan sonra saldırganlaşmasını görüp “haklı” olduklarını düşünmeleri yüksek ihtimaldi. Yapılan araştırmaları kimse umursamayacaktı; sosyal dışlanmanın oluşturduğu saldırganlığı kişinin karakterine bağlayıp, olayı ileri boyuta taşımaları halinde saldırganlaşan kişinin psikolojik boyutunun bozulmasının yanı sıra intihar tutumuna kadar gidebilirdi. Üniversiteler içerisinde benzeri durumların sürekli yaşanmaması, araştırmacıların ölçeklerini dar tutmasına neden olmaktadır.. Daha alt grup olan çocuklarda ise yaşanmasıyla birlikte sonuçlarının ağır bittiğini görebiliyoruz.

Farz edelim ki söyledikleri yalana inanıyorlar, daha basit bir ifadeyle doğru olsun tüm söylenenler. O zaman haklı kılınır mıydı? tüm yazılanlar boş ibare mi olurdu? Doğal olarak, topluluk suçlu olmazdı. Öyle duydular, yalan söylemediler!(?).

Kardelen

kardelen@terapidelisi.com
Genel Yayın Yönetmeni


Henüz yorum yok. İlk yorumu yapmak ister misin?

Bunları da beğenebilirsin.

TEMA AYARLARI