Freud, "Rüyaların Yorumu", "Gündelik Hayatın Psikopatolojisi" ve "Dora Vakası" gibi eserlerini tamamladı. 1900'lerin başında, "Cinsellik Teorisi Üzerine Üç Deneme" ve "Şakalar ve Bilinçdışıyla İlişkileri" kitaplarını yazdı. Her ikisi de 1905'te yayımlandı. Bu dönemde, Freud, psikoanalitik fikirlerin temelini oluşturan çekirdek kavramları formüle etmişti. Roma'ya seyahat ederek fobisini aşmaya çalıştı ve profesör olmak için çaba gösterdi. Yeni ve çığır açan çalışmaları, onun adını ve dikkatleri üzerine çekmeye başladı. Artık, uzun süredir beklediği destekçilerle buluşmaya ve hayallerini gerçekleştirmeye hazırdı. (Breger, 2016)
Freud'un etrafında toplanan isimler arasında Zürih'teki ünlü bir akıl hastanesinin genç psikiyatristi Carl Jung, Avrupa'ya gelen ve Toronto'da doktorluk yapan Ernest Jones, zengin bir Yahudi Rus ailesinden gelen ve Almanya'da tıp eğitimi alan Max Eitingon, genç Amerikalı psikiyatrist Abraham Brill,dilbilimine ve filolojiye ilgi duyan eski bir Alman Yahudi ailesinden gelen Karl Abraham, Budapeşte'de çalışırken Freud'un yayınlarını keşfeden Macar psikiyatrist Sandor Ferenczi, kültürlü bir Yahudi ailesinden gelen ve aslında avukat olması istenen Hanns Sachs, Zürih'te Protestan bir papaz olan OskarPfister gibi isimler bulunmaktaydı. (Doksat&Önan, 2004)
1908'de, "Çarşamba Cemiyeti"nin adı "Viyana Psikanaliz Cemiyeti" olarak değiştirildi ve bu noktada Carl Jung ve Ernest Jones bu topluluğa dahil oldu. Aynı yıl Salzburg'da gerçekleştirilen ilk uluslararası toplantıya Avusturya ve İsviçre'den büyük katılım olmasına rağmen ABD, İngiltere, Almanya ve Macaristan gibi ülkelerden de küçük gruplar katıldı. 1910'da Freud'un önerisiyle Sándor Ferenczi tarafından Uluslararası Psikanaliz Birliği (IPA) kuruldu ve IPA'in ilk başkanı olarak Carl Gustav Jung seçildi. (Koska & Öztornacı, 2020)
1911'de Alfred Adler, Viyana Psikanaliz Cemiyeti'nden ayrıldı. Freud ve Adler, birçok konuda ayrışıyordu. Adler, siyasete ilgi gösterirken Freud'un düşünceleri daha muhafazakâr ve kötümserdi. Freud, o dönemki sosyalist harekete mesafeliydi ve sosyal demokrasi gibi kavramlara olumsuz bakıyordu. Bu siyasi duruş, Freud'un sınıfsal ve tercih temelli yaklaşımıyla da şekilleniyordu. Örneğin, Freud'un hastalarının çoğunluğu daha üst sınıflardan gelirken, Adler'in hasta kitlesi daha çok işçi sınıfından geliyordu. Adler'in ardından, 1913'te Jung Freud'la bir daha hiç görüşmemek üzere gruptan ayrıldı. Ferenczi ise Adler'in kötü koşullarda çalışan terzileri ele aldığı makalelerle ve dezavantajlı insanların sorunlarını incelediği yazılarıyla dikkat çekiyordu. Bu, Freud'un çalışmalarında bulunmayan ve farklılıkları ortaya çıkaran konulardı. Elbette ki Freud ile Adler, Jung ve Ferenczi arasındaki ayrılığın nedeni sadece bu değildi; teorik ve terapötik yaklaşımlarında da belirgin farklılıklar vardı.(Doksat & Önan, 2004)
Dönem kapitalist devletler arasında gergin bir emperyalist çekişmeyle geçiyordu. 1914'te, Saraybosna'da Habsburg varisi, Arşidük Franz Ferdinand'ın öldürülmesiyle, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan'a savaş ilan ederek büyük bir emperyalist çatışma olan Birinci Dünya Savaşı'nı başlattı. Freud, genellikle politikadan uzak dururdu ve milliyetçilik göstermemişti, ancak bu dönemde ulusal birliği benimseyip, sınıfsal konumu gereği milliyetçi savaş çığırtkanlığına destek verdi. Bir mektubunda, savaşın patlak vermesinden duyduğu heyecandan bahsetti; kendini ilk defa 30 yıl sonra bir Avusturyalı gibi hissettiğini ve imparatorluğa son bir şans vermek istediğini ifade etti.
Aydınlar arasında savaşa karşı çıkanlar azınlıktaydı. Sadece dört kişi barış bildirisi yayınlamak istediğinde imzalamıştı: Albert Einstein, Fransız Sosyalist lider Jean Jaurés, Alman Sosyalist Rosa Luxemburg ve Fransız yazar Romain Rolland. Freud ve çoğu Avrupalı entelektüel ise "vatanseverlik" yaklaşımını benimsemişti. (Koska & Öztornacı, 2020)
1915 yılında Avusturya-Macaristan'da ciddi bir kıtlık yaşanıyordu. İnsanlar yiyecek bulmakta zorlanıyor, karaborsadan temel ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Bu süreçte, şehirlerdeki evlerin bile sadece bir odası ısınabiliyordu.Freudailesi ise bu dönemde oldukça rahat bir durumdaydı ve bolluk içinde yaşıyorlardı. Freud, o zamanları "Macarlar kaba ve gürültülü olabilir ama samimi ve misafirperverdirler. Dostluk ve sadakat onlarda cömertliğe dönüşür, sanki ilkel bir kabilenin şefinin evinde ekmek, yağ, sosis, yumurta ve puro içindeyiz" şeklinde anlatmıştı. (Breger, 2016)
1917'nin Eylül ayında Alman büyükelçisi, Viyana'nın kenar mahallelerindeki insanların açlıktan öldüğünü yazarken, Freud ailesi ise meslektaşlarından ve destekçilerinden bol miktarda yiyecek ve puro hediyesi alıyordu. Bu durumda, işçiler ve yoksulların zorlu yaşam koşullarıyla Freud ailesinin yaşadığı bolluk arasında belirgin bir fark vardı. (Breger, 2016)
I. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle psikanaliz, travmalar ve zihinsel sağlık konusunda derin bir etki yarattı. Savaşta yaşanan askerlerin ruhsal sıkıntılarına yönelik görüşler, sadece var olan kişisel zayıflıklara atfedilip savaşın yarattığı stresin önemsiz olduğunu iddia etti. Bu fikirler, psikanalizin bazı alanlarında etkili oldu. Freud'un çocukluk döneminden gelen yatkınlık teorileri uzun süre etkili oldu ve yetişkinlikteki travmatik olayların, yıllar sonra semptomlara neden olabileceği fikri, 1970'lerde kabul gördü ve "Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)” olarak tanımlandı. (Breger, 2016)
TSSB teriminin kaynağı, Freud'un reddettiği "müritlerden" biri olan Otto Rank'a dayanır. Günümüzde TSSB'nin tedavisinde Freud'un teorilerinden yararlanılıyor olsa da bu durum psikanalizin tarihsel gelişimini değiştirmez. Savaş sonrasında psikanaliz, sadece bir tedavi yöntemi olmaktan çok, entelektüel bir ilgi alanı haline geldi. Dünya genelinde yaygınlaşmaya devam etti. Bu dönemde yaşanan cinsel ve ahlaki değişimler, özellikle sanat ve edebiyat alanlarında büyük etkiler yaratırken, psikanaliz ise bu yeni sanat ve edebiyat formları için bir tür yeni dil ve anlayış sağlamış görünüyordu. (Breger, 2016)
Henüz yorum yok. İlk yorumu yapmak ister misin?