Antipsikiyatri Hareketi: Her Zaman Bilimin Yanında Değiller miydi?

Antipsikiyatri Hareketi: Her Zaman Bilimin Yanında Değiller miydi?Nurefsan Yeni Başlayanlara: Psikoloji4 Ekim 202589 Görüntülenme Okuma Süresi: 7 dk.

Antipsikiyatri Hareketi: Her Zaman Bilimin Yanında Değiller miydi?

Editör: Ödül Karsavuran

İnsanlık tarihinde her tez, bir karşı tezle birlikte ortaya çıkmış ve bu zıtlıkların etkileşimi düşünce dünyasının gelişmesine katkı sağlamıştır. Psikolojinin bilim dünyasında popülerliği arttıkça, beraberinde tartışmalar da gündeme gelmiştir. Antipsikiyatri, bu tartışmalardan doğan önemli akımlardan biridir. 1960’lı yıllarda yükselişe geçen bu hareket, geleneksel psikiyatrinin tanı koyma ve tedavi etme yöntemlerini eleştiren bir düşünce akımıdır. Hareketin savunucuları, psikiyatrinin sadece tıbbî değil, aynı zamanda politik ve ideolojik bir araç haline geldiğini ileri sürmüşlerdir.

 

Antipsikiyatri Hareketinin Kısa Tarihçesi

1960’larda kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ve sosyal aktivizmin yükselişiyle birlikte psikiyatriye yönelik eleştiriler daha görünür hâle gelmiştir. “Antipsikiyatri” kavramı, psikiyatrist David Cooper tarafından 1967 yılında ilk kez ortaya atılmıştır. Cooper, psikiyatrinin ve hastaların politik bağlamlarına vurgu yaparak bunun sorgulanması gerektiğini savunmuştur. Bu süreçte Jacques Lacan, Thomas Szasz, Ronald Laing, Franco Basaglia, Giorgio Antonucci, Theodore Lidz ve Silvano Arieti gibi isimler de öncü figürler olarak öne çıkmıştır.

Antipsikiyatri hareketi, psikiyatrinin tamamen yok edilmesini değil, ona karşı yapıcı olmayı hedefleyen bir harekettir. Eleştirmenler, psikiyatrinin ele alınması gereken sorunları olduğunu kabul etmişlerdir. Bu sorunlar arasında hasta-doktor arasındaki eşitsizlikler, hastaların damgalanması, akıl hastalıklarının toplumsal bir yanılsama olabileceği ve akıl hastalarının aslında “hasta olmadıkları” görüşü, elektrokonvülsif terapi ile uzun süreli istem dışı hastaneye yatırımlar gibi bazı tedavilerin insanlık dışı olduğu; sonuç olarak ise hastalara verilen ilaçların ve terapilerin yararlı olmaktan çok politik amaç taşıyabileceği savunulmaktadır.

Antipsikiyatri hareketi sadece psikiyatristler tarafından değil, sosyal bilimciler tarafından da destek görmüştür. Bunlar arasında Foucault ve Goffman öne çıkan isimlerdir. Bir başka sosyal bilimci Jonathan Metzl, The Protest Psychosis kitabında psikiyatrik tanı ve tedavi eğilimlerinin büyük ölçüde tarihsel ve politik yanlarına dikkat çekmiştir. Sosyal bilimciler tarafından yazılan diğer kitaplar da benzer noktalara değinmektedir. Horwitz ve Wakefield, psikiyatrinin normal insan üzüntüsünü patolojik hâle getirdiğini ve klinik depresyon olarak yeniden sınıflandırdığını savunmaktadır. DSM’nin depresyon tanısının önemli ölçüde hatalı olduğunu ileri sürmektedirler. (1)

Kültürel alanda, sinema ve televizyon içeriklerinde de kendine yer bulan antipsikiyatri hareketi, birçok edebî esere, filme, diziye ve belgesellere konu olmuştur. 1962 yılında Ken Kesey tarafından yazılan Guguk Kuşu romanı, döneme damgasını vurmuştur. Oregon’daki bir psikiyatri hastanesinde geçen roman, psikiyatriye yönelik eleştiriler içerir. Guguk Kuşu romanı ruh sağlığı ve kamu politikalarındaki değişikliklere katkıda bulunmuştur.

1960’lardan 1980’lere kadar uluslararası farkındalık yaratan ve psikoloji alanında önemli değişimlere öncülük eden antipsikiyatri hareketi, 1980’lerden itibaren gerilemeye başlamıştır. Nörotransmiterlerin keşfi ve şizofreni ikiz çalışmaları, şizofreninin en azından kısmen biyolojik temelli olduğunu göstermiştir. Bu gelişmeler, hareketin çıkış noktasındaki tartışmaların zayıflamasına sebep olmuştur. Ancak antipsikiyatri hareketinin gerilemesinin en önemli nedenlerinden biri, zamanla geniş kitle desteğini kaybetmiş olmasıdır. Başlangıçta farklı düşüncelerden, farklı etnik kökenlerden ve cinsiyetlerden birçok insanı bir araya getirmeyi başarmış olan bu hareket, değişen siyasi atmosferin de etkisiyle giderek gücünü yitirmeye başlamıştır. Hareketin ilk yıllarında yarattığı büyük etki sönümlense de günümüzde çeşitli internet platformlarında, derneklerde ve küçük topluluklarda antipsikiyatri düşüncesinin izleri hâlâ görülmektedir.

 

Antipsikiyatri Hareketinin Eleştirileri

Bu hareket içerisinde psikologlar ve sosyal bilimciler birçok konuyu farklı şekillerde ele alıyorlardı. Hareketin benimsediği temel düşünceler, bireysel özerkliğin yitirilmemesi, ruhsal bozukluk teşhisi alan bir kişinin her şeye rağmen birey olarak görülmesi ve ona saygı gösterilmesine önem verilmesiydi.

Savunucular, psikiyatri tarafından patolojik olarak etiketlenen bazı deneyimlerin aslında stres faktörlerine veya toplumsal adaletsizliklere verilen doğal tepkiler olabileceğini öne sürüyorlardı. İskoç psikanalist Ronald D. Laing, David Cooper ile de yakın arkadaştı. Laing, şizofreni hastalarıyla birebir görüşmeler yaparak onların “akıl hastası” değil, travmatik aile yapıları ve toplum baskıları altında ezilmiş bireyler olduğunu savundu. Ancak David Cooper’dan farklı olarak, antipsikiyatri hareketine her zaman tam desteğini açıklamadı.

Hareketin savunucuları, psikiyatrik tanıların toplumda kişiyi damgalayacağını, kişinin benlik algısını ve toplumdaki yerini büyük oranda etkileyeceğini öne sürmekteydi. Örneğin, psikiyatrist Thomas Szasz; psikiyatrinin, toplumsal normlardan veya ahlaki davranışlardan sapma gösteren bireyleri zorla alıkoyma, tedavi etme ya da damgalamasına karşı çıkmıştır. Szasz’a göre akıl hastalığı, bedensel bir hastalık gibi nesnel olarak tanımlanamaz; bu nedenle “rahatsızlık” yerine “uyumsuzluk” terimi daha doğrudur. Ona göre modern toplum, kendi normlarına uymayan bireyleri damgalar ve tıbbî bir kimlikle etiketleyerek kontrol altına almaya çalışır. Bu bakış açısına göre psikiyatrik tanılar, bilimsel gerçeklerden çok sosyokültürel kabullere dayanmaktadır.

Thomas Szasz gibi diğer antipsikiyatri eleştirmenleri de akıl hastalığı kavramının temelde hatalı olduğunu öne sürüyorlardı. Onlara göre bu kavram, aslında toplumsal ya da bireysel farklılık olarak görülebilecek durumları tıbbî bir hastalık gibi göstermeye çalışıyordu. Bu yüzden de insanların yaşadığı sorunlar, teşhis ve tedavi edilmesi gereken bir rahatsızlık olarak ele alınıyordu. Hareketin en çok dikkat çektiği noktalardan biri, psikiyatride ilaç tedavilerine verilen aşırı önemdi. Eleştirmenler, bunun hem gereksiz ilaç kullanımını artırdığını hem de daha insancıl ve alternatif yöntemlerin geri plana atıldığını söylüyordu. Üstelik zorla ilaç verilmesi ya da kişinin isteği dışında hastaneye yatırılması gibi uygulamaların bireysel özgürlükleri ihlal ettiğini vurguluyorlardı.

Sosyologlar ve diğer sosyal bilimciler ise tartışmaya farklı bir boyut kazandırdılar. Onlara göre ruh sağlığını anlamak yalnızca biyolojik açıklamalarla sınırlı tutulamaz; toplumsal normlar, güç ilişkileri ve kültürel yapılar çerçevesinde de ele alınmalıdır. Çünkü bir davranışın “hastalık” olarak etiketlenmesi, çoğu zaman beraberinde damgalanmayı getirmektedir. Antipsikiyatri hareketi bu noktada önemli bir farkındalık yaratmış, bireylerin yaşadıkları sıkıntıları yalnızca tıbbî bir perspektifle değil, toplumsal bağlam içinde de değerlendirmek gerektiğini hatırlatmıştır. Bununla birlikte, birçok sosyal bilimci tamamen tıbbî yaklaşımı reddetmek yerine, gerektiğinde tedavilerin önemini de kabul eden daha dengeli bir yaklaşımın gerekliliğini vurgulamıştır.

 

Antipsikiyatrinin Ardında Kalanlar

Antipsikiyatri hareketi günümüze önemli miraslar bırakmış; hastalara yönelik bakış açısının değişmesine, yasaların dönüşmesine ve psikoloji disiplininin kendi içinde yenilenmesine katkı sağlamıştır. Ruh sağlığını yalnızca ilaçlarla ya da klinik teşhislerle açıklamak yerine, bireyin toplumsal bağlamı, yaşadığı travmalar ve özgür iradesi de göz önünde bulundurulmalıdır. Hareket, bugün eski gücünü yitirmiş olsa da, geride bıraktığı sorular hâlâ güncelliğini korumaktadır: “Akıl hastalığı gerçekten nesnel bir kategori midir, yoksa toplumun dayattığı bir etiket midir?” Bu sorular, ruh sağlığı alanında daha insancıl, daha dengeli ve bireyin onurunu merkeze alan yaklaşımlar geliştirmeye yol gösterici olmaya devam etmektedir.

 

1: Whitley, R. (2012). The antipsychiatry movement: Dead, diminishing, or developing? Psychiatric Services, 63(10), 1039–1041. https://doi.org/10.1176/appi.ps.201100484

Yorumlar

(Yorumları Gizle)

Henüz yorum yok. İlk yorumu yapmak ister misin?

Bir Yorum Bırakın

Önceki Yazı

Sonraki Yazı

Takip edin
Kayıt ol /Giriş yap Sidebar Arama Popüler
Loading

Signing-in 3 seconds...

Signing-up 3 seconds...