Bu ay bizden okuyup etkilendiğimiz bir kitabı yazmamız istendi. Hemen “ne yazabilirim?” diye düşündüm. Çünkü kitap okumaya başladığınızda mutlaka bir karaktere bürünürsünüz; sizi etkiler. Bazen şeytan olursunuz, bazen insan… Ama bu sefer farklı bir şey istedim. Sonra kitaplıktaki Yaşar Kemal kitaplarıyla göz göze geldim. “Etkilenmek istiyorum” dedim kendi kendime. Ve gerçekten etkilendim.
Yaşar Kemal’in dilinin akıcılığı, anlatımdaki ustalığı, canlı canlı izlenen bir olayın anlatıcısıymış gibi olan güçlü sesi, beni daha ilk sayfalarda içine çekmişti. Ama asıl etkileyici olan, onun topluma dair keskin sosyolojik bakışıydı.
Yılanı Öldürseler…
Sadece etkilenmemiştim; aynı zamanda sarsılmıştım. Çünkü bir çocuğun kaderinin, bütün bir toplumun elleriyle yavaş yavaş nasıl dönüştüğünü görmüştüm.
Hasan oyun çağında, hayallerle dolu dünyayı tanımaya çalışan küçücük bir çocuktu. Daha kendini tanımadan, toplum ona bedenine büyük gelen bir rol yüklemişti: babasının kanını yerde bırakmamak. Çocuk benliğiyle taşıyamayacağı bir yükle baş başa kalmıştı. Annesini köydeki insanlardan korumaya çalışması, bu role direnme çabasıydı. Fakat annesini kaybetme korkusu ve yanlış yapma endişesi, zihninde hiç bitmeyen bir kaygıya dönüşmüştü. Masumiyetini korumak istese de, suçun parçası olmaktan kaçamamıştı.
Dünyası, babasının öldürülmesiyle baskı ve şiddetle kuşatılmıştı. Oyuncağıyla oynaması gereken yaşta Hasan’ın eline silah verilmişti. Bir çocuğun elinden oyuncağını alıp eline silah verdiğinizde, sadece masumiyetini yitirmezsiniz, toplumun vicdanını da kaybedersiniz. Hasan, çocuk ruhunu henüz keşfetmeden kaybetmiş; yetişkinlerin kirli dünyasına onların ağır yüklerini sırtlayarak girmişti. Çocuk zihninde gelişen “Eğer yılanı öldürmezsem, babam asla huzur bulmaz” düşüncesi onda derin bir suçluluk yaratmıştı. Hasan’a ait olmayan, toplumun yüklediği bu düşünce, onun hayatında geri dönüşü olmayan bir yaraya ve şiddete dönüşmüştü.
Hasan, anne sevgisini korkuyla; baba sevgisini otorite ve toplum baskısıyla birleştirmişti. Şefkatin yerini kaygı, korumanın yerini tehdit almıştı. Hasan’ın omuzlarına “törenin yükü” bırakılmış, babasının ruhunun gölgesi ise Hasan’ın peşinden hiç ayrılmamıştı.
Hasan’ın uçurum kenarında yaşadığı sahne, ruhunun ulaştığı çözülmeyi yansıtıyordu. Kalkmak istemiş, lakin bedenini kaldıramamıştı; bu durum, travmatik tepkilerde görülen bedensel bir donma halini andırıyordu. Yürüdükçe korkmuş, korkudan dağılmış, ardından tekrar kendine gelmişti. Bir ileri bir geri… Disosiyatif dalgalanmalar yaşamıştı. Sonunda uçurumun başında bir o yana bir bu yana sallanırken artık gerçeklikle bağı tamamen kopmuştu. Gözlerini yakan ışıklar, kulaklarında uğuldayan sesler… Algı bozulmaları psikotik bir deneyime dönüşmüştü.
Ardından babasının sesini duymuştu: “Oğlum değil misin, Hasan?” Bu, ağır bir içsel sanrıydı. Hasan’ın babasının sesiyle hesaplaşması, onun içselleştirilmiş suçluluk duygusunun dışavurumu gibiydi. “Ben kırmızı bir yılanım” diyen baba, yalnızca kendi otoritesini değil, diğer yandan toplumun görünmez ama ezici baskısını temsil ediyordu. Çünkü Hasan’ın zihninde babasının hayaletiyle toplumun dayattığı söylentiler iç içe geçmişti; babasının kanının yerde kaldığının düşünülmesi, köylülerin dilinde türlü efsanelere dönüşmüş, Hasan’ın ruhunu daha da sıkıştırmıştı. Artık Hasan bir çocuk değildi; babasının hayaletiyle ve toplumun gölgesiyle kıstırılmış, kopuş yaşayan bir ruha dönüşmüştü.
Hasan’ın yaşadıkları sadece bir çocuğun trajedisi değildi; toplumun kendi yarattığı “yılanı”, masum bir çocuğun elleriyle yok etme çabasıydı. Peki asıl yılan kimdi? Esme mi, babaanne mi, amcalar mı? Bana göre asıl yılan, toplumun ta kendisiydi. Çünkü namus, töre ve suskunlukla büyüyen bu baskı, masum bir çocuğun ellerini kana bulamıştı.
Hasan’ın taşıdığı yük, Esme değil; toplumun görünmez ama en öldürücü yanlarıydı. Bu kavramlar ruhunu zehirledikçe, Hasan da kendini kaybetmişti. Toplumun baskısıyla ruhunu yitirdikçe, inanmadığı şeyleri görmeye, olmayan durumları gerçekmiş gibi algılamaya başlamıştı. En trajik yanı ise şuydu: toplum, ortaya attığı yılanların yalan olduğunu bilmesine rağmen onlara inanıyordu. Bu baskı Hasan’da öğrenilmiş çaresizlik yaratmıştı. Sonunda her yerde yılanlar görmeye başlamış, gerçekle hayali birbirine karıştırmıştı.
Yaşar Kemal’in ustalığı, bireysel bir hikâyeden kocaman bir toplum eleştirisi çıkarabilmesindeydi. Yılan, bireyin içini zehirleyen görünmez baskının sembolüydü. Masum birinin ellerine “yılanı öldür” diye silah verildiğinde, toplum aslında kendi utancını gizliyordu. Çünkü bireyken susanlar, topluluk haline geldiklerinde hep bir ağızdan Hasan’ın omuzlarına “törenin yükünü” bindiriyorlardı. Hasan ise bu baskının ortasında yönünü kaybediyor, insanların suskunluğu sözlerinden bile daha çok çaresiz bırakıyordu onu.
Kitapta köylülerin dilinden dökülen şu söz hâlâ kulaklarımda çınlıyor: “Kadınları çocuklara öldürtürler…” Bu cümle yalnızca Esme ile Hasan’ın değil, bütün toplumların kadınlarına ve çocuklarına yüklediği ağır yazgıyı anlatıyordu. Toplumun yanlış düşünce kalıplarıyla bireyin ruhunu zehirleyişi, Hasan’ın psikolojik çöküşüyle birleşince, bireysel dram toplumsal bir aynaya dönüşüyordu.
Romanı kapattığımda Hasan’ın hikâyesi belki kapanmıştı ama bıraktığı yankı çok sertti. Benim için bu roman, bir çocuğun trajedisi kadar toplumun görünmez suç ortaklığının da simgesiydi. Hasan’ın ruhundaki çözülmeyi görmek, onun toplumda yankı bulmayan çığlığını duymak beni en çok sarsan şeydi. Çünkü “Yılanı Öldürseler de” ki yılan hiçbir zaman Esme değildi. Yılan; toplumun baskısı, suskunluğu ve suç ortaklığıydı. En ağır trajedi ise bir çocuğun kaderinin bütün toplum tarafından değiştirmesiydi.
Bu roman, yazıldığı günden bugüne insana dair söylediklerini hâlâ canlı tutuyor. Hasan’ın yılanı öldürmesi, aslında toplumun sesini susturabilmek için çocuk yanını yok etmesinden başka bir şey değildi.
“Yılanı Öldürseler” bana şunu hatırlattı: Bazen en ağır yükler, en masum omuzlara bırakılır. Hasan’ın hikâyesi sadece bir roman değil; toplumun bireyin ruhunda açtığı en derin yaraların aynasıdır. O yılan hâlâ yaşıyor: bazen suskunluk, bazen baskı, bazen de görmezden gelinen bir adaletsizlik olarak.
Ve belki de Yaşar Kemal’in asıl sorusu şuydu: Yılanı öldürmek mi, yoksa yalanı öldürmek mi? Hasan’ın ellerindeki bıçak, aslında toplumun yarattığı o yalana saplanıyordu.
Belki de gerçek cesaret, o yalana boyun eğmemekte gizlidir; yılana değil, yalana karşı durabilmeyi öğrenmek gerekiyordur.
Ve evet… yılanı değil, yalanı öldürseler.
Yorumlar
(Yorumları Gizle)Henüz yorum yok. İlk yorumu yapmak ister misin?